MİMARİZM, Röportaj 2008
Röportajın orijinal sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.
“Büro ortamından çok işler ile ilgilenmeyi tercih ediyorum”
Atölyeyi kurduğunuz zamandan bu yana büro ya da atölye algınız nasıl değişti?
Kolektif çalışma anlayışını önemsediğim için atölye kurulduğundan beri, sürekliliği olan ve yeni insanların katılabileceği bir çalışma ortamı kurmak için çaba harcadım. Fakat artık, büro ortamından çok işler ile ilgilenmeyi tercih ediyorum. Çünkü büronun sürekliliğini sağlamak, ayrı bir efor istiyor. Şahsım adına yöneticilik yapmaya çok gönüllü değilim. Yani atölyenin çok büyük bir işletmeye dönüşmesi, sürekli işleyen bir mekanizma olması, herkesin burada kolektif bir çalışma ortamında bulunabilmesi gibi mimari bürolarla ilgili kurulan hayallere çok kapılmadan, ayrı ayrı işlerin düzgün olması ile ilgileniyorum.
Büroyu ayakta tutma çabasının çok da anlamlı olmadığını mı söylüyorsun?
Evet. On yıl sonra anladım ki, büroyu ayakta tutmak için bu kadar efor sarf etmeye gerek yokmuş. İş alırsın, o işi kiminle birlikte yapmak istiyorsan onunla yaparsın. Önemli olan o işin düzgün olmasıdır. Çünkü büro da insan gibi oluş halindedir. Bir sene önce buraya gelseydin, başka bir şey görecektin, üç sene önce gelseydin bambaşka bir şey görecektin. Ama işler, sen yaptıkça bitiyorlar ve yüz sene boyunca orada duruyorlar. Bir de zaten Türkiye’de çok uzun süren bir büro örneği yok. 1950’lerde Melih Birseller çok önemli işler yapmışlar, o dönem için alışılmadık üretim modelleri kurmuşlar. Ama onların yaptıkları binalar bile yıkılırken, kurdukları büro zaten ayakta kalamaz ki.
“Mimarlık ortamını sallayabilmek için önce onu inşa etmek gerek”
Türkiye’deki mimarlık ortamı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye de hem eğitimde, hem yarışmalarda, hem de pratikte yerleşmiş bir mimarlık geleneği yok. Tecrübeler üst üste konmadığı için de düzgün bir birikim oluşmuyor. Yeni mezun olmuş bir mimar, kendini karşısındaki sabite göre konumlandıramıyor, gideceği yönü belirleyemiyor. Karşısında bir sabit yok çünkü. Örneğin biz, mezun olduğumuzda Türkiye’deki mimarlık ortamını sallayacağımızı düşünüyorduk. Biraz saftık ve haddinden fazla iddialıydık. Bir süre debelendikten sonra gördük ki; karşımızda sallayabileceğimiz bir yapı zaten yok! Mimarlık ortamını sallayabilmek için ise önce onu inşa etmek gerek. Bu, mimarlık ortamının henüz gelişmemiş olmasıyla ilgili bir durum tabi. Oysa olması gereken, bir öğrencinin kendi yolunu iyi kötü çizebileceği, kişilerin ve kurumların yerli yerine oturduğu, “kuzey yıldızının kuzeyde olduğu” durumları barındıran bir mimarlık ortamı.
İstanbul’da yazan, çizen, konuşan, tartışan bir mimar zümresi var ve artık mimarlık meseleleri İstanbul üzerinden dönüyor. Bu parçalı mimarlık ortamı nasıl oluştu? Mimarlık tartışmalarının merkezi nasıl İstanbul’a kaydı?
On sene önce, örneğin Ankara’da çok ciddi bir mimarlık ortamı vardı. Yarışmaların ana ekseni Ankara idi, devlete iş yapan mimarlar Ankara’daydı. Mimarlık tartışmalarını da en azından belli bir yere kadar Ankara sürüklerdi. Artık durum değişti. Mimarlık tartışmalarının merkezinin İstanbul’a kaymasında, İstanbul’un dünyada başka ağlara bağlanan bir metropol haline gelmesinin, Türkiye’deki diğer şehirlerden ayrışmasının büyük payı var bence. Bir de Anadolu’da yaşayan ya da bu zümre dışında olan mimarların kendini geliştirme çabası yeterli olmadı sanırım. Mimarlık eğitimindeki ve pratiğindeki dönüşümler, herhalde, bir anlamda da olsa onları dağıttı. Anadolu’daki mimarların da İstanbul’a gelmiş olmalarını atlamamak gerek ayrıca. Biz öğrenciyken, mimarlık fakültesinin olduğu her şehirde arkadaşlarımız vardı. Gittiğimiz her şehirde kalacak yerimiz mutlaka olurdu. Bir süre sonra bir baktık ki, hiçbir yerde kimse kalmamış, herkes İstanbul’da.(Gülüyor)
Peki, ne olursa mimarlık ortamı gelişir?
Her ne kadar biriktirme kabiliyetimiz pek fazla olmasa da mimarlık ortamı biriktirebildiğimiz ölçüde gelişir.
“Projenin sosyal sonuçları çok daha önemli”
Sizinle ilgili araştırma yaparken işlerinizin çoğunun Anadolu’da olduğunu fark ettim…
Evet, ben de yakın zamanda bunu fark ettim ve neden İstanbul’da yaşadığımı düşündüm. (Gülüyor)
Bu bilinçli bir durum mu, yoksa tesadüf mü?
Bu, biraz arkeoloji ile ilgilenmemizden kaynaklanıyor, Anadolu’nun her yerinde çeşitli yerlerinde çalışma imkanımız var. Fakat biraz da tesadüflere bağlı. Tesadüflere bağlı, ama mimarlık tartışmasının, metropoldeki mimarlık üzerinde yürümesinden memnun olmadığım için de o tesadüflerin peşinden koştuğumu söylemeliyim.
Anadolu’da çalışmak sizin için daha mı anlamlı?
İstanbul gibi kalabalık ve kimsenin ne yaptığını çok da iyi bilmediği bir ortamda çalışmaktansa, küçük bir şehirde, ne yaptığını bilen insanlarla birlikte çalışmayı tercih ediyorum. Mesela, Lüleburgaz Belediyesi için bir pazaryeri inşa ettik. Belediye, sadece bugünü kurtarmak derdinde değildi, kentin geleceğini de düşünüyordu. Pazaryeri Projesi ile belediye şehir içindeki pazarı, şehrin kıyısına kaydırıp daha temiz, daha düzenli ve kayıt altına alınmış bir pazar alanı elde etmek istiyordu. Böylece o yöne doğru bir alt merkez oluşturarak, şehrin gelişimini yine o yöne doğru desteklemiş olacaktı. Lüleburgaz’daki olanaklar her zaman mükemmel değildi. Pazaryeri’nin inşai nitelikleri de mükemmel olmadı. Ama benim için projenin sosyal sonuçlarının tatmin edici olması, inşai niteliklerin mükemmel olmasından çok daha önemli. Pazaryeri Projesi’ni, haftada iki gün kurulacak pazarın haricinde o alanda fuar, konser, tören gibi çeşitli etkinliklerin de gerçekleştirilebileceği bir şekilde yaptık. Gerçekten de orada, Candan Erçetin konserinden tarım aletleri fuarına kadar pek çok etkinlik düzenlendi. Bunları gördüğüm zaman çok sevindim. Küçük yerlerde doğrudan doğruya sonuçlarını görebileceğiniz işler yapabiliyorsunuz. Arkeolojik alanlar içinde aynı şey geçerli. Oralarda yaptığımız işler, doğrudan arkeologların koruma sorunlarını çözmeye çalışıyor, arkeolojik alanların ziyarete açılmasına hizmet ediyor. Yaptığımız her proje ile birlikte arkeolojiyi sadece kitaplardan öğrenilen bir bilgi olmaktan çıkarıp, yerinde görülen bir bilgiye dönüştürüyoruz ve bu da bize büyük zevk veriyor. Yani, bizim için yapının kendi başına çok güzel görünmesi değil, belli bir dönüşüme de hizmet etmesi önemli. Bunu, İstanbul’da sağlamak zor. Ayrıca, İstanbul dışındaki mimarlık ortamlarının da canlanmaya ihtiyacı var. Mimarlık fakültesi olan şehirlerde bile mimarlık ortamı çok zayıf. Mimarlık tartışmalarının, sadece İstanbul üzerinden yürümesinden de rahatsız olduğum için İstanbul dışında çalışmak kendi adıma önemli.
Eğitimde “İstanbul” ve “İstanbul dışı”
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde ve İstanbul Kültür Üniversitesi’nde misafir öğretim üyeliği yaptınız. Mimarlık eğitiminde “İstanbul” ve “İstanbul dışı” birbirinden nasıl farklılaşıyor?
Anadolu’daki mimarlık öğrencileri için İstanbul’da olmak farklı. İstanbul hep “olmak istenen yer”, “benzemek istenen yer” olarak Anadolu’nun önünde duruyor. Bu iyi bir şey değil. Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü çok sevdiğim için iki sene boyunca, haftada bir gün Eskişehir’e gittim. Eskişehir, “İstanbul dışı” için çok iyi bir örnek değil aslında. Çünkü Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü, kişisel çabalarla yürüyen ama pırıltıları olan bir bölüm. Yani Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü, tipik bir Anadolu üniversitesinin mimarlık bölümü gibi değil. Çünkü tipik bir Anadolu üniversiteleri gibi büyüyüp İstanbul’daki bir mimarlık bölümü olmaya çalışmıyor. Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü, kendi halinde bir şeyler üretmeye çalışıyor. Elbette bir sürü eksiği var, ama o eksikliklere rağmen bir şeyler üretmeye çalıştığı için değerli bir yer zaten. Genellikle Dokuz Eylül Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi gibi büyük okulların dışındaki okullar, zaten kadro sıkıntısı çekiyorlar. Büyük üniversiteler de kadrosuzluktan yakınırlar, ama küçük üniversitelerin kadro sorunları çok daha büyük. Diğer taraftan, ölçekleri küçük olduğu için küçük üniversitelerin hareket imkanı daha geniş ve Osmangazi Üniversitesi’nde olduğu gibi parlak işler yapılabiliyor.
Peki, mimarlık eğitiminde özel üniversite – devlet üniversitesi ayrımı en çok nerede hissediliyor ?
Öğrenci profilinde ve idari yapıda bir miktar farklılık oluyor ancak temelde yine küçük üniversitelerle benzerlikler taşıyorlar. Bence daha önemli ayrım küçük üniversite-büyük üniversite ayrımı. Üstelik bence bu ayrım daha da belirginleşmeli ve zaruretten doğan bir durum değil bir karakter olarak görünür hale gelmeli.
Post-it üzerinde teklif
İlk yapınızı da biraz tesadüfleri kovalayarak yapmışsınız sanırım?
Evet. Çatalhöyük’te küçük bir ziyaretçi merkezinin mekan düzenlemesini yapıyorduk. Kazı ekibi yaklaşık kırk yıldır güneydeki açmanın üzerini kapatmak istiyordu. Çünkü açmanın üzerinin kapalı olmamasını kendilerinin bir ayıbı olarak görüyorlardı. Bir gün kazı başkanı yanımıza gelip “Biraz da gerçek mimarlıktan bahsedelim” diyerek cebinden post-it üzerine yapılmış hesaplamalardan oluşan bir çeşit teklif çıkardı. (Gülüyor) Dünya Kültür Mirası Listesi’nde olan bir yer için ciddiyet çok kötüydü! 75.000 USD’lik bütçe ile alanın üzerini örtmemizi istedi. Fakat hesap ediyoruz ediyoruz, o paraya hiç bir şey yapılmıyor. Ayrıca paranın dışında, orada bir şey yapmak başlı başına zor bir iş. Fakat, “sadece üstü kapansın” mantığıyla oraya bir şey yapılmasını istemediğimiz için teklifi kabul ettik. En azından zevkli bir iş, bir şekilde altından kalkarız, en kötü ihtimalle de cebimizden para öder hayrına yapmış oluruz, dedik. Statik proje için görüştüğümüz bazı mühendisler bile “Aman uluslararası bir skandala karışmayalım” diyorlardı. Çünkü örtünün çöktüğünü düşünsenize. Rezalet! Ama biz “bir şey olmaz bir şey olmaz” deyip onları ikna etme yollarını bulduk. (Gülüyor) Böylelikle, tesadüfleri kovalayan Atölye Mimarlık’ın ilk yapısı Çatalhöyük Güney Açma Koruganı Projesi oldu. Dediğim gibi bir şekilde tesadüfler oluşuyor, ama biz de o tesadüfler için uğraşıyoruz.
Şu anda elinizde hangi işler var?
Şu an inşa edilmekte olan Çatalhöyük’te yaptığımız ikinci koruma yapısı var. Geniş açıklıklı ahşap strüktürlü bir yapı, Rıdvan şu anda orada, arada da ben gidiyorum. Temmuz ayında tamamlanmış olacak o zaman daha detaylı bilgi verebilirim. Onun dışında da yarışmalara hazırlanıyoruz. Sanırım Ekim’e kadar da sadece yarışmalar için uğraşacağız.
Gülzade Merve İnce: “Atölye Mimarlık’ta çalışmak çok keyifli”
Atölye Mimarlık’ı, atölyenin tek çalışanı Gülzade Merve İnce’ye sorduk.
Atölye Mimarlık’ta çalışmaya başlamak tesadüf müydü, yoksa bilinçli bir seçim miydi?
Aslında biraz tesadüf oldu diyebilirim. İTÜ’den hocam Yıldız Salman’ın Sinan Bey’in arkadaşıydı ve bana Sinan Bey’in bir yarışma projesi için yardıma ihtiyacının olduğunu söylemişti. Sinan Bey’le görüştüm ve O’na yardım etmeye başladım. Yarışmadan sonra da burada çalışmaya devam ettim. İki aydır Atölye Mimarlık’ta çalışıyorum. Zaten daha geçtiğimiz bahar yılında mezun oldum.
Okullarda mimarlık öğrencilerine “uçmaları” söylenir. Gerçek dünyada ise uçmak pek mümkün değil. Bu durum çalışmaya başladığında seni şaşırttı mı?
Okulda “uçun” derken “zaten mimarlık yaparken uçamayacaksınız, elinizde fırsat varken uçun da sınırlarınızı görün” demek istiyorlar bence. (Gülüyor) Aslında hocalarımızla yaptığımız konuşmalar hep mimarlık yaparken uçamayacağımıza, bizi kısıtlayacak pek çok şeyin olacağına dayanıyordu. Bu anlamda çok da şaşırdığımı söyleyemem.
Burada çalışmaya başlamadan önce kafanda bir büro modeli var mıydı?
Başka bürolarda staj yapmıştım, fakat kafamda bir büro modelinden çok büro ortamına dair soru işaretleri vardı. “Nasıl bir ortam olmalı?”, “İnsanlar birbirleriyle ne kadar mesafeli olmalı”, “Büronun ortamı işe nasıl yansır?” gibi soruların cevaplarını bulamıyordum. Fakat gördüm ki, Atölye Mimarlık çalışmak için çok rahat ve çok keyifli bir ortam sunuyor çalışanlara.
Peki, şimdi kafanda bir büro modeli var mı? Bir mimari büro, nasıl olmalı sence?
Mimari büro, öncelikle yapı yapan, ama yaparken de insanların birebir incelendiği, ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulduğu bir yer. Yani büro sadece çizip tasarladığınız, sonra da uyguladığınız bir yer değil. Bence en önemlisi insanı analiz ederek işe başlamak. İnsanı tanımaya çalışmak işe farklı bir boyut getiriyor, işi çizimin dışına çıkıyor bence. Atölye Mimarlık, biraz bu doğrultuda çalışan bir yer. O anlamda alışık olduğumuz büro kavramının dışında. Belki bu yüzden “büro” bile dememek gerek. Atölye gerçekten de. (Gülüyor)
Atölye Mimarlık’ın ortamı nasıl?
Kapıdan girer girmez cıvıl cıvıl bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Her yerde çalışmalar, maketler, çizimler var. Bunlar son derece motive edici şeyler. Büro aslında kendi içinde çok düzenli. Fakat hiyerarşik bir düzeni olmadığı için rahat bir ortam sunuyor. Ortam insanı kontrollü olmaya zorlamıyor. İsteyen istediği şeye bakabiliyor.
Atölyede işler nasıl yürüyor? Sen tasarıma ne kadar dahil oluyorsun örneğin?
Büroda hiyerarşik bir durum söz konusu değil. Oturup konuşuyoruz, Sinan Bey düşüncelerini anlatıyor. Fikir soruyor. Galiba en güzeli Sinan Bey’in çalışanına fikir sorması! Tasarımlar, tabi ki Sinan Bey’in düşünceleri doğrultusunda gelişiyor. Fakat, işin bir parçası olmamıza izin veriyor Sinan Bey. Bir şeyler yaptığımızı hissettiriyor bize. Yapılan iş de herkesin içine siniyor.
Bir günün burada nasıl geçiyor?
Yaptığım işler o günün temposuna göre değişiyor, ama burada zaman gayet keyifli geçiyor. Yeni bir işe başlıyorsak eğer işi anlamaya çalışıyoruz, iş tempoya girdiğinde ise işe yetiştirmek için koşuşturuyoruz. (Gülüyor) Şimdi bir yarışmaya hazırlanıyoruz. Ben de burayı nasıl görmeliyiz, diye bir takım eskizler yapıyorum.
Sibel Kurugül: “Burada her şey doğrudan bir güvenle başlıyor”
Atölye Mimarlık’ı bir de henüz üç gündür Atölye Mimarlık’ta staj yapan Sibel Kurugül’e sorduk.
Atölye Mimarlık’ı bir de senden dinleyelim?
İTÜ’de okuyorum. 4. sınıfa geçtim. Daha 3 günlük stajyerim. (Gülüyor) Gördüğüm bürolar arasında en rahat büro burası. Diğer bürolarda dağınıklık olur, diye büroda pek maket yapılmaz, ama burada etraf maket dolu. Dolayısıyla çok samimi bir yer. Sinan Bey de o samimiyeti sağlıyor. Atölyenin çok zevkli bir çalışma ortamı var. Sanırım herkesi böyle bir yerde çalışmak ister. Her yerde çalışılmış örneklerin olması insanı gerçekten motive ediyor. İnsanda “çekince” duygusu yaratmıyor burası. Henüz çok yeni olmama rağmen istediğim maketlere bakıyorum, istediğim dergiyi karıştırıyorum. Çünkü burada her şey doğrudan bir güvenle başlıyor. Ayrıca Sinan Bey’in çalışanlara değer veriyor. Bunu hissetmek çok güzel. Emeğimizin sömürülmeyeceğini bildiğimiz için de büyük bir huzurla çalışıyoruz burada.
Neden staj yapmak için Atölye Mimarlık’ı tercih ettin?
Atölye Mimarlık’ta daha önceden birkaç arkadaşım çalışmışt. Onlardan duyduğum kadarıyla atölyeyi biliyordum. İnternet üzerinden projelerini inceledim. Maket üzerinden çalıştıklarını biliyordum, ben de maket yapmayı çok severim. O yüzden staj yapabileceğim bir yer olduğunu düşündüm.
İlk gün atölyeye geldin…
İlk gün burayı biraz zor buldum. (Gülüyor) Sinan Bey, Atölye Mimarlık’ın nasıl bir yer olduğunu anlattı ve benimle çok ilgilendi. Bu da sık rastlanan bir şey değildir. Maket yapmayı sevdiğimi Sinan Bey’e zaten söylemiştim. O yüzden, ilk gün duvardaki maketlerden bazılarını tamir etmemi istedi. Şimdi de İzmir Kemeraltı yarışmasının çalışma maketini yapıyorum.
Mezun olduktan sonra ne yapacaksın?
Bu soru beni psikolojik olarak geren bir soru aslında. (Gülüyor) Sadece mimar olmak istiyorum. Ama bunun bu piyasa koşullarında zor olduğunu biliyorum. Bunu söylemek istemiyorum ama mezun olduktan sonra ne yapacağımı bilmiyorum.